27 Şubat 2014 Perşembe

Pisi

Doğmadan önce bile dinin, yaşayacağın yer, adın, büyüyünce nasıl bir insan olacağın ve sahip olacağın meslek konusunda fikir yürütülen, doğduktan sonra da bu fikirleri uygulaman için diretilen bir dünyada kendi iradenle seçim yapabilmek çok zor. Bazılarımız kendisine ne sunulursa kabul edip öyle devam ediyor hayatına. Bazılarıysa arayış içine giriyor.

Bebeklik, çocukluk, ergenlik, çapkınlık falan derken kafamız yerine gelene kadar çoğu şeyi kabullenmiş bulunuyoruz farkında olmadan. Ne zaman ki durulup şöyle bir etrafa bakınmaya başlıyoruz (başlamayanlar da var tabii) işte o zaman kaşınıyor ayak tabanları. Neticede kedi dediğin hayvan bile (küçümsemek için demiyorum, tüm kedilere sevgiler) en rahat yeri bulabilmek için evin her yerini dolaşıyor.

Adını koymuşlar, dinini yazmışlar, mesleğin belli belirsiz. Yaşadığın bir yer var ama mutlu değilsin. Değiştirebileceğin ve vazgeçebileceğin şeyler çok netken bir kedi bile olamamak neden?

Belki hepimiz için bir yerlerde daha iyi bir paspas vardır.

24 Şubat 2014 Pazartesi

Ne Güzel Komşumuzdun Elmas Teyze

Sene kaç hatırlamıyorum. 90'ları yeni geçmiş olmalıyız. Muhtemelen ortaokula falan gidiyorum ve birkaç ay sonra şu anki sevgilime platonik olarak aşık olacağım. Kalın saç bantları taktığım, gözlüklü ve çirkin olduğum zamanlardı. Etrafımdaki insanlar "Daha fazla ne kadar çirkinleşebilir bu kız" diye düşünmüş olmalılar ki Allah belamı beni ergenliğimde Ugly Betty'e dönüştürerek verdi. Bir sene öncesine kadar sitedeki tüm çocukların peşimde olduğunu söylesem inanasın gelmez. "Çocuklar kör müydü?" diye sorar, bu iğrenç espriyi yaptığın için zerre pişman olmazdın.

Apartmanımızda da bir kadın var o zamanlar, Elmas teyze. El modelliği yapıyor sabun reklamlarında. Canlı yayınlara katılıyor. Her işte parmağı var. Bir gün çıktı dedi ki "Hadi Çarkıfelek'e seyirci olarak gidelim". O zamanlar Çarkıfelek çok seviyeli. Memedalibey en birinci, en sempatik. Her akşam her evde Çarkıfelek rüzgarı esiyor. Annemin zorlamasıyla babam da kabul etti gitmeyi. Ben zaten çocuğum, fikrim sorulmuyor. Nasıl gittik hatırlamıyorum. Annemin beni kameraya çıkayım diye zorla tam Mehmet Ali Erbil'in arkasına oturttuğu yerden başlıyor anılarım. Verdikleri sandviçleri yedik, meyvesularını kamışından "höpprrssttotot" diye ses çıkana kadar emdik. Artık canlı yayına hazırdık.

Kim olduğunu bilmediğim bir adam yayına gireceğimizi söyleyince bir alkıştır tutturduk. Mehmet Ali Erbil'in stüdyoya çıkması için tüp gibi bir şeyin içinden geçmesi gerekiyordu, stüdyo öyle tasarlanmıştı. Aklımda kalan en keskin şey adamın o tüp geçitten stüdyoya yürürkenki mutsuzluğuyla, dışarı çıktığındaki inanılmaz mutlu ifadesi ve enerjisinin tezatlığı oldu. "Oha adam çok mutsuzmuş lan, bizi kandırmış" diye düşünüp dehşete düştüm. Sonra da Mehmet Ali Erbil'e hiç gülemedim.

Yayın boyunca kendimi kâh o küçük ekranda, kâh telefon bağlantılarında Mehmet Ali Erbil ile aynı çerçeve içinde gördükçe onun mutsuzluğunu ve bizi nasıl da kandırdığını unuttum. Televizyona çıktığım fikri hoşuma gitti. Sonraki günlerde okulda biraz süksem oldu işte, unutulana kadar. Muhtemelen Çarkıfelek üzerinden sükse yapan son insan bendim.

Hayatımdaki tek seyirci eylemimin bu olmayacağını bilmezdim tabii o zamanlar. En güncelini ve bilinçlisini geçtiğimiz haftasonu yaşadım. Yok, kadrolu seyirci olmadım ama en az onlar kadar alkışladım. Kayıtta naif, kayıt dışında nemrut bir sunucu gördüm. Bir sürü prosedüre dahil oldum. Bütün bunlar bana Çarkıfelek'e gittiğim o günü ve Elmas teyzeyi anımsattı.

Artık Elmas teyze komşumuz değil, belki de bir daha hiç karşılaşamayacağız ama aklım başımda oldukça onu hep playback yapan Hande Yener'e reklam arasında "ağzına sağlık çok güzel okudun" demesiyle hatırlayacağım.

17 Şubat 2014 Pazartesi

Aklım Dimağım

Etafımızda empati kurma yeteneğinden yoksun bir sürü insan var. Metroda yanına oturan adam, sinemada bilet kesen kız, yemeğini servis eden garson, kendi öz kardeşin ve belki de birlikte çalıştığın kişi. Şüphesiz ki en kötüsü en sonuncusudur. Çünkü eğer aranızda bir kan bağı, sevgi, daha doğrusu isteyerek kurduğunuz bir ilişkiniz yoksa ve her gün görüşmeniz, konuşmanız, yüzyüze bakmanız zorunluluktansa bu insanlar empati kuramamakla kalmaz, insanlıktan çıkarlar. (burada kastettiğim insanlık aslında insanlık değildir. zira insanlık da çoğu zaman kötü bir şeydir)

Bu yazıyı yazdıktan sonra belki ben deşarj olup bir daha dönüp okumayacağım ama birileri okuyacak ve benim öfkem onları olumsuz etkileyecek diye aşırı düşünceli düşüncelerim oluyor. Empati kurmayı seviyorum çünkü. Sadece insanlarla değil. Havluyla, tepsiyle, banyo fayansındaki saç teliyle, lavaboya sümkürülmüş ve oraya yapışıp kalmış sümükle, yastıkla bile. Doğruluk kişiden kişiye göre değişir. Bu da benim doğrum işte. Kimseyi kendi doğrularından vazgeçmek ve benimkileri kabullenmesi için zorlayamam ancak bazen aklım dimağım almıyor.

Aklım dimağım almayınca ben hep öfkelenirim. Zihnimin darlığından değil, böyle bir şeyin nasıl olup da mümkün olamayışına şaşırırım. Birilerinin beni sakinleştirmesini, böyle bir şeyin olmayabilme ihtimalinin bulunabilirliğine beni ikna etmesini, bazı insanların bunu yapamadığını, aklımın dimağımın uzay kadar olup dev bir vajina gibi bu fikri içine almasını falan beklerim. Lakin sadece sakinleştirici etkisi çinli çükü kadar bile olmayan sikko laflar dolanır etrafımda.

Yalnız şunu anladım ki sen ne kadar ıkınırsan ıkın, saçını başını yolsan da, aklını dimağını elinde bir güzel mıncıkladıktan sonra duvara şlops diye çalsan da, alıp karşına konuşsan da, konuşmasan da kişi bunu öğrenemeyecek. Bu yüzden empati dediğimiz şeyin ciddi ciddi doğuştan gelen bir yetenek olduğunu düşünmeye başladım.

Keşke empati yeteneği dalak, böbrek, ince barsak gibi bir organ olsaydı. En azından kendi sinir sağlığım için aramda herhangi bir nedenle ilişki kuracağım insanlardan röntgen filmi isterdim. En kötü ihtimalle empati bağışı olurdu bu yoksun insanlara. Herkes de mutlu mesut yaşardı.

16 Şubat 2014 Pazar

Feriköy Antika Pazarı

Yanılmıyorsam yaklaşık 4 senedir her Pazar günü kurulan bir antika pazarı var Feriköy Bomonti'de. Bugün de yolum düşünce ziyaret etmek istedim. Daha önce de iki-üç kere gitme şansım olmuştu ama hava güneşli olduğu içindi sanırım ki ilk defa bu kadar kalabalık gördüm.

Her ne kadar antika pazarı deniliyor olsa da burası karışık bir pazar aslında. Koleksiyonluk eşyalardan plaklara, az da olsa ikinci el kıyafetlere, çantalara, gözlüklere, eski madeni paralardan antika değeri olan porselen çay fincanlarına, oyuncaklardan takılara ve özellikle bol bol saate rastlayabileceğiniz bir yer. Bunlar dışında avon ürünleri, çeşitli parfümler, kitaplar/dergiler, müzik sistemleri, danteller, makyaj malzemeleri, Mudo'dan alınmış mumluklara, avizelere de rastlamak mümkün. Yani sadece eskiler var desek yalan olur.

Kimi zaman balta, vintage saatler, baston, pusula ve matkabın aynı tezgahta satıldığını görüp "bu ney la" diye tepki verebiliyorsunuz. Çoğu tezgah "ne bulduysam geldim koydum" tarzında olduğu için pazarı gezdiğiniz yaklaşık 1 buçuk saatlik zaman dilimi içerisinde duruma alışıp absürd bulmamaya başlıyorsunuz.



 
 
Gezdiğiniz süre içinde vazgeçtiğiniz ya da vazgeçmek zorunda kaldığınız kendi eşyalarınızı hatırlarsanız genellikle pazarın içerisinde kurulan cafede bulunan yetkili kişiyle (sanırım adı Mesut'tu) irtibata geçerek 5 TL tezgah ücreti verip kullanmadığınız eski eşyalarınızın başka birinin işine yaramasını sağlayabilirsiniz belki de. Tabii sizin de benim gibi onlardan vazgeçememe ve gün geçtikçe yeni eskileri ekleme hastalığınız varsa kendinize saklamanız daha doğru olacaktır.

Eğer eski sever bir insansanız satıcı olmasanız bile alıcı, hiç olmazsa görücü olarak gitmekte fayda var.

 



 

12 Şubat 2014 Çarşamba

Alıntı. En Güzelinden.

"...Sokakları kirlidir bu şehrin. Televizyonu kirli, futbolu kirli, siyaseti kirlidir. Görme hiçbirini. En yakınına bile güvenmeyip "hukuka ve adalete güvenim sonsuz" diyen insanların arasından geçip git. Tıka kulaklarını. Ezbere kurulan cümleler hepsi. Duymasan da olur hiçbirini. Kirli beton yığınlarının arasından geçip git. Olsun. Doğa, bu boktan griliğin intikamını alacaktır nasılsa. Bir amacın var artık senin. Varacağın bir yer var. Geç kalma. Mutluluğu üç liralık şarap şişelerinin dibinde arayanların arasından geçip git. Varsa cebinde üç liran, avuçlarına bırakıp öyle git. Belki bir sonraki şişenin dibinde bulurlar aradıklarını. Hayallerini mesai saatlerinde harcayanların, özgürlüğünü asgari ücrete satanların, üç parça kemik için boynuna tasma taktıranların, çıkarları için beş para etmez adamların önünde el pençe divan duranların arasından geçip git. Çünkü gidecek bir yerin var senin. Varacak bir yerin yoksa, tüm gidişler kaçmaktır biraz...."

Burak Aksak - OT Dergi, Şubat 2014