29 Ocak 2014 Çarşamba

Seslilik

İnsanlarla fiziksel bakımdan yakın, anlayış bakımından uzak olduğumuz bir hayatımız var. Hatta ne kadar yakın olursak o kadar uzaklaşıyoruz. Toplu konutların ve şehirleşmenin cilvesi bu; bize ait olmayan her ses kulaklarımızı tırmalıyor.

Bence herkesin araba seslerinden, dikiz aynası beyaz havlulu konvoylardan, en büyük askerin kendi askerleri olduğunu iddia eden kalabalıklardan, kornalardan, komşuların ağlayan çocuklarından, misafirlerini uğurlarken yaptıkları kapı önü muhabbetlerinden, sarhoş olup bağıra çağıra şarkı söyleyenlerden, seçim öncesi yol çalışmalarından, çalışan buzdolabı sesinden, çalmadan duramayan telefonlardan kaçabileceği, kendini bile dinleyemeyeceği, sağır olduğundan şüpheleneceği kadar sessiz bir sığınağı olmalı.

Yoksa hep birlikte kafayi yiyeceğiz.


24 Ocak 2014 Cuma

La Planète Sauvage / Fantastic Planet


Tüm insanların böcek muamelesi gördüğü bir dünya düşünün. Ya da ev hayvanı niyetine bakıldığı, itilip kakıldığı, daha güçlü bir canlı türünün elinde oyuncak olduğu bir dünya.

René Laloux bunu düşünmüş ve yetinmeyip Stefan Vul'un Oms En Serie isimli romanından esinlenerek bu fikri beyaz perdeye aktarmaya karar vermiş. Çok da iyi etmiş çünkü ortaya çıkan şey saykodelik sinemanın en güzel örneklerinden biri bence.

Filmde Ygam gezegeninde yaşayan insan benzeri om'lar ve dev draag'lar arasındaki efendi-köle ilişkisi om'lardan biri olan Ter'in gözünden anlatılıyor.




Filmin şahane müzikleri ise yıllardır kulağımızın dibinde olan ama duyup işitmediğimiz Alain Goraguer imzalı. Yeşilçam meraklıları ne demek istediğimi şarkıları dinleyince bazı melodilere aşina olduklarını fark ettiklerinde anlayacaklardır.



Codex Seraphinianus ile ilgili yazımı yazmasaydım bu güzellikten haberim olmayacaktı. Kim bilir daha bilmediğim ne kadar güzel kafalar, ne şahane filmler, müzikler, resimler var. Düşündükçe sabırsızlanıyorum.


19 Ocak 2014 Pazar

Tembellik Hakkı

"Nefes alacak vaktim bile yok"

Onca sene sadece bu cümleyi kurmak için çalıştığını ve bu nedenle bu cümleyi bu kadar sık kurduğunu düşündüğüm insanlar var. Bu insanlar çok meşgul olmaktan ve hatta nefes alacak vakit bulamamaktan, en yakın arkadaşlarıyla görüşememekten, aileleriyle sohbet edememekten, çok yoruldukları için etraftakilerin onlara acımasından, arkalarından "yazık, çok çalışıyor çocuk" diye konuşmasından mazoşistçe haz alıyorlar. Çünkü meşgul olmak insana kendini önemli ve işe yarar hissettiren bir şey olduğu gibi başka insanlara da kendini önemli ve işe yarar hissettirmenin bir yolu.

Zaman kısıtından dolayı kitabını ancak toplu taşıtlarda okuyabilen bir sürü meşgul insan var etrafta. Çoğu muhtemelen bir dahaki metro seferlerine kadar o kitabın kapağını açmayacak olan bu insanların kaşları genellikle çatıktır ve çok ciddi olurlar. Hatta uslu bir çocuk olursanız belki omuzlarındaki yükleri, midesindeki acele yenmiş hamburgeri ya da kafasındaki aylar sonrasına yaptığı planları bile görebilirsiniz.

Şimdiye kadar alay ettiğim bu meşguliyet kavramının faydalı bir tarafı yok değil. Buna "keyfi meşguliyet" diyebiliriz çünkü yaptığın şeyi aslında yapmasan da olur. Hobi gibi mesela. Kapitalizmin bir kölesi olarak "keyfi meşguliyet"in koruma kalkanı özelliğine dört senedir mecbur kaldıkça başvuruyorum. Uygulamak için ortada birinin götüne kaçacağı bariz bir iş bulunması gerekiyor. Böylelikle hemen bir meşguliyet uyduruveriyorsun. Daha doğrusu uydurmak zorunda kalıyorsun çünkü o akşam  iş arkadaşların gibi workshoplara, after work party'lere, spora, sinemaya, alışverişe gitmeyeceksen ya da sadece dinlenmek istiyorsan o iş büyük ihtimalle sana kaçacaktır. İşe başlayacakların kulağına küpe olsun.

Ne iş hayatında muhatap olduklarımız, ne arkadaşlarımız, ne de ailemiz (hatta belki de sen) tembelliğin bir hak olduğu bilincinde değil maalesef. İnsanlar da tembellik yapıyor gibi görünmemek için ellerinden geleni yapıyorlar zaten çünkü arkadaşlar arasında asosyal, faydasız, aylak adam vb niteliklerle nam salmak söz konusu. Oysa meşgul adam, aylar öncesinden söz verip ancak şimdi görüşebildiği insana "o kadar işimin gücümün arasında seninle buluştum bak değerimi bil" mesajı verir. Bu seçilmiş insan da Meşgul Adam'a minnet duyar, şükranlarını sunar, pantolonunun paçasını öper, başına kor. Vedalaştıktan sonra atılan iki-üç adımdan sonra arkasını dönüp "Arayı açmayalım" diye seslenir ve eve gidince de "keşke ben de Meşgul Adam kadar meşgul olsam" diye iç geçirerek hayallere dalar.

Kendimize ayırmamız gereken zamanın sonuna geliyoruz. Sınırlarımız net olmadığı sürece böyle bir zamanımız bile kalmayacak. Aylardır görüşemediğimiz arkadaşlarımız, sadece metroda yüzüne baktığımız kitaplarımız, yan odada olmalarına rağmen yüzünü görmediğimiz ailemiz, ayaküstü ağzımıza attığımız lokmalarımız artıp duracak. Sürekli bir şeylere yetişmeye çalışmak ama hiçbir şeye yetememekle geçiyor günlerimiz. Baktığımızda nereye gittiklerine anlam veremediğimiz telaşlı karıncalar gibiyiz.

Zam kelimesinin zaman kelimesinin ilk üç harfinden oluşması çok ironik. Ne de olsa almak için kıçını yırttığın, koşturduğun, yorgunluktan gözlerinin altını morarttığın zam, bütün bunları yaparken geçen zamanını geri getiremeyecek.

14 Ocak 2014 Salı

Stockholm Sendromu

Taşı toprağı altın demişler şarkılara, filmlere konu olmuş bu tecavüzcüye. Ne zaman yukarıya baksam gökyüzünde adeta bir hardcore porno hüküm sürüyor. Cam, beton, metal karışımı süslü bir sürü sik tecavüz ediyor kirli mavi gökyüzüne. Hatta bir zaman o siklerin en uzununun, en büyüğünün tepesine çıktığın oluyor güzel bir şey görmek umuduyla. Sonra bir bakıyorsun ki gördüğün şey tamamen bir sik yarışından ibaret.

Göremezsen, seni kalman için bile zorlamamış bu tecavüzcüye senelerdir katlanmış olduğunu da idrak edemezsin. Kafanı kaldırdığında gözüne kestirdiğin bir bulutun hareket ettikçe şekil değiştirmesine şahit olamamaya alışırsın. Ay'ı, yıldızları aramazsın. Sadece yağmur yağdığında aklına gelir Güneş. Oblomovlaşırsın, dinçken yorgun, gençken yaşlı hissedersin. O kadar kanıksarsın ki agresifliği, yerle göğün uyum içinde sevişmesini bile bekleyemezsin. Olması gerekenin bu olduğundan eminsindir üstelik.

Oysa dışı renkli, içi gri bu yere kendi kendini zincirlediğini görebildiğin ve artık bu tecavüze göz yumamayacağın o an ilk görüşte aşık olmuş gibi, Ay'a ayak basmış gibi, çorabının tekini bulmuş gibi, hiç grip olmayacakmış gibi, acı yeyip yandıktan sonra aldığın ilk ayran yudumundaki ferahlık gibi, saatlerdir fosur fosur sigara içilen ortamda bulunmana rağmen saçların hâlâ şampuan kokuyormuş gibi ve sevdiklerin seni hep seveceklermiş gibi sonsuz mutlu hissedersin.

Göremedikleri yettiyse görür insan.
İşte o zaman da mutluluk kaçınılmazdır.

11 Ocak 2014 Cumartesi

Codex Seraphinianus

Görüp görebileceğim en acaip eserlerden biriyle tanıştım geçenlerde. Bilenler hatırlasın, bilmeyenler de öğrensin diye hakkında yazmak istedim. Zaten kendime saklamak haksızlık olurdu.

Buna hayali bir dünyanın ansiklopedisi desek yeridir. İçinde sanatçı, tasarımcı ve mimar ünvanlarını bünyesinde toplamış olan italyan Luigi Serafini'nin hayal ettiği dünyadaki hayvan, bitki, insan, eşya, araç-gereç ve hatta modaya kadar bir çok şeyin yine kendisi tarafından çizilmiş illüstrasyonları (tasarımları) var. Çizimlerden de anlaşılacağı gibi kendisi bu işe oldukça kafa yormuş ve kitabı tamamlamak 1976 yılından 1978 yılına kadar 30 ayını almış.


Kitabın adı da Luigi Serafini'nin soyadından çıkmış diyebiliriz. Seraphinianus, "serap" anlamına gelen Serafini'nin latinceleştirilmiş hali. Adı için mantıklı açıklama yapabileceğimiz bu kitabın içinde kullanılan ve kimsenin anlayamadığı yazı dili (codex) hakkında bir bilgimiz yok maalesef. Serafini de bu konuda ser verip sır vermemiş. Gerçekten kodladığı bir dili kullanmış da olabilir, sadece güzel bir zamanında kafasından harfler uydurmuş da olabilir. Ne olursa olsun gizem yarattığı bir gerçek. Ayrıca anlaşılmayan bu alfabeyi tercih etmesinin asıl nedeninin de okuma- yazma bilmeyen küçük çocukların bir kitabın başına oturdukları zaman hissettikleri duyguyu yetişkinlere hissettirmek olduğuna dair rivayetler var ve eğer amaç buysa oldukça başarılı olmuş diyebiliriz.

Kitap 2 kısım ve 11 bölümden ibaret. İlk kısım çeşitli bitki tasarımları, hayvanların değişik varyasyonları, fizik, kimya, zihnisinirvari makine ve araç illüstrasyonlarından oluşuyor.










İkinci bölümde ise insanlar, biyoloji, sex, moda, beslenme, insan vücuduna entegre edilmiş araçlar, çeşitli oyunlar, spor ve mimari konuları yer alıyor.





















Gönül isterdi ki bütün resimleri koyayım ama bu kadarının bile fikir sahibi olmak için yeterli geleceğini düşünüyorum. Daha fazlasını isterseniz kitabın pdf'ini indirebilir ya da Amazon vb sitelerden temin edebilirsiniz.

Bu arada bu kitabın türünün ilk ve tek örneği olmadığını söylemekte fayda var. İlerleyen zamanlarda diğerleriyle ilgili de bilgi veriyor olacağım. Çünkü bu gibi eserleri gördükçe bu zamanlarda yaratıcılığımızın kaybettiğimiz bir eşyamızdan farksız olduğunu görüyorum. Ülke sınırları, komşu bahçeleri, ortak teraslar ve hatta ilkokul sıraları gibi sınırlanmış zihnimiz. Düşünmek problem çıkarır olmuş, hayal etmek çocuklukta kalmış. Şeytan almış götürmüş, satmış getirmemiş.

Hepimizin kaybettiği ne varsa bulmamız ümidiyle,
Aklınıza mukayyet olun.

8 Ocak 2014 Çarşamba

Saykodelik Şiir

Geçenlerde Güven Erkin Erkal'ın Türkiye Rock Tarihi 1 - Saykodelik Yıllar isimli kitabını Deli Adam'ıma hediye etmek için aldım ama dayanamayıp ondan önce ben okudum.

Kitabın bir bölümünde, tam olarak kaç seneleri arasında yaşadığını öğrenemediğim Mehmed Gökçınar isimli hippi şair -ki kendisinin Tatlı Meleğim filminde Türkan Şoray yüzünden hippi olup bitlenen Ediz Hun gibi bir tipi olduğunu tahmin ediyorum- tarafından yazılmış dumanlı bir şiire yer verilmiş. Okuyunca tebessüm ettirdi. Bir yerlerde dursun istedim.

Aşk olsun bu nimete
Püf püfteki himmete
Şehri İstanbul'daki
Şu bete berekete.

Huri gılmanla doldu
Döndü sanki cennete
Can kurban o hırpani
Sürü sürü afete

Cilve varken kim bakar
Yakada, yende bite
Teklif ve tekellüfe
İçkili ziyafete

Hacet yoktur o bitnik
Güzelleri davete
Hatta ne efsun gerek
Ne muhtaç keramete

Nefesten bir haber ver
Müheyyadır ülfete
Yalın ayaklı turist
Kız ya oğlan afete

Paspal gonca bir dişe
Hepsi fit muhabbete
Dil bilmeye hacet yok
Anlaşır İşarete

Otellere boş ver sen
Aynasızlar erkete
Çek işmarı al götür
Kelelerde halvete

Dalga duman alemi
Uygundur kıyafete
Hepsi hayran bizdeki
Bazularda kuvvete

Aşkbazlık fennindeki
Hünerle maharete
Çekdirince üç nefes
Kalmaz reca minnete

Topuktan şahin başa
Sarıl selvi kaamete
Doyum olmaz zevkine
Ta yevmi kıyamete

İşte böyle gün doğdu
Berduşandan millete
Kam alınır felekten
Dumanlar doğru tüte

Hak berekat efendim
Lutfolmaz bundan öte
Conu ile İngirid
Adriyenle Polete

Sözler bile kesildi
Gelecek yaz niyette

6 Ocak 2014 Pazartesi

Bulmaca

Şu an gerçekten olmak istediğim yerde miyim?
İstediğim işi mi yapıyorum?
Nerede yaşamalıyım?
Mutlu muyum?
Ya da en basiti, gerçekten bu sandalyede oturup bunu yazmak istiyor muyum?

Serdar Ortaç menşeili olmasa yazının başlığını "kafamda deli sorular" koyardım ama daha önce de demiştim; ben aklı başında bir deliyim.

Hayatında algılarını por-çöz'leyen birinin olması çok güzel. Sormaya, öğrenmeye, öğretmeye, anlamaya ve senin için doğru olanı aramaya teşvik eden, öğreten birinin olması. Çünkü kendisine soru soramayan insan, karşısındakine de soru soramıyor. Öğrenme yolunda en büyük engel de bu aslında. Ya kendisinin zaten yeteri kadar şey bildiğini düşünüyordur -ki onlara bir şey öğretmek daha zordur-, ya da sadece öğrenmeye gerek duymuyordur.

İkisi de kendinden bilinçsiz bir vazgeçiş gibi geliyor bana. Etrafımızda bunu kanıksamış, kendi gücünden, zamanından vazgeçmiş ve içindeki potansiyelden bihaber olan insanların çokluğunu görünce bütün dilek mumları sönüyor, penguenler üşüyor, kutup ayıları buzda kayıp bileklerini burkuyormuş gibi hissediyorum. Böyle hissedince de mesaiye kalan kızın bilgisayarının fişini çekmek, öğlene kadar uyuyan çocuğu hunharca uyandırmak, Bebek'te büyük tabaklarda küçük porsiyonların yendiği bir yerde keyif yapan adamı ensesinden tutup yaylada odun kırdırmak, akıllı telefonunun aydınlattığı suratından telefon kadar akıllı olmadığı anlaşılan kızın facebook hesabını kapatmak istiyorum.

Hayat, zamanımızı para kazanmak için kiraya verdiğimiz ve daha sonra da kazandığımız o parayı, kiraladığımız zamanımızı mümkün olduğu kadar geri kazanmak için harcadığımız bir kısırdöngüden ibaret sanki. Günde yaklaşık on saat çalışıyor olduğumu ve bugün öğle arasından sonra işe gecikmemek için yaklaşık altı saatte kazandığım parayı taksiye vermek zorunda kaldığımı, daha doğrusu bunu yapmaya zorunda bırakıldığımı düşünüp bunu gelecek hayatıma yaydığımda ortalığı mide bulandıran bir haşlanmış karnabahar kokusu sarıyor.

Bu gibi zamanlarda o haşlanmış karnabahar kokusu adeta vücut bulup sadece benim görebildiğim hayali bir arkadaşa dönüşüyor. Ayaklarıma dolanıyor, paçamdan çekiştiriyor. Bazen bir kahve ısmarlıyor, birlikte olasılıkları konuşup plan yapıyoruz. Nedenini, nasılını tartışıyoruz.

İşte tam da bu anlarda başlıyor insan. Cevabı dumanındadır diye sigara gibi yakıyor sorularını. Yanında bir sevgili, fener tutuyor. Elindeki çay ısıtıyor. Sonsuz bir çengel bulmaca içinde, resimdeki mutluluğun adını bulmaya çalışıyorsun..