27 Mart 2014 Perşembe

Kum Sanatı - Andres Amador

Sanatın her türlüsü güzeldir. Ama kendi adıma konuşmak gerekirse ana malzemesi doğa olan sanatlar apayrı bir güzellik taşıyor. Zaten doğa başlı başına bir şaheser. Buna yaratıcılık ve zekadan başka şey katmaya gerek kalmadan ortaya muhteşem şeyler çıkarabilmek çok kolay.
 
 
Bu güzel insan da Andres Amador, San Francisco'lu bir sanatçı. Kendisini "sahil artisti" olarak nitelendirebiliriz. Yaratıcılığını ve zekasını kullanarak sahile muhteşem şekiller çiziyor.



İnternette çoğunlukla şekillerin bitmiş halinin fotoğrafı bulunduğu için ön çalışmayı nasıl yaptığını ancak videolardan anlayabildim. Çalışmayı planladığı sahile kafasında bir sürü fikirle gelip sahilin durumuna göre şekli oluşturuyormuş. Sonra da çok temel çizgilerden yola çıkıp detaylandırıyormuş.


 

En güzeli de, oluşturduğu şekillerin kalıcı olmayacağını bilmesine rağmen bu kadar çok emek sarfetmesi.


 
Aynı zamanda evlenme teklifi edecek kişiler için de sanatını icra ediyormuş. Çizdiği şekiller geçici olsa da kalıcı bir şeylere vesile olduğu kesin.

 
 
Blog'u http://www.andresamadorarts.com/ dan Andres Amador ve tırmığı ile ilgili daha fazla bilgi edinebilirsiniz.

25 Mart 2014 Salı

Koltuk Sevdası

Göğsümde filler, kafamda uçağı kaçırma endişesi, sırtımda 7 kiloluk çantam, at gibi yorulmuş bir şekilde otobüs bekliyorum. Neyse ki durakta boş yer var, çöküyorum bir yere. Midem bulanıyor, otobüs gecikiyor. Gitmek istemememe rağmen otobüs gelmezse durakta havalimanına gidecek başka insanlarla birlikte taksiye binme hesapları yapıyorum. Ben b planları arasında bocalarken sallana sallana 60-65 yaşlarında bir teyze geliyor ve biz "oturan"ların karşısında duraksıyor. 3-4 saniyelik o sürede ben ancak kendime geliyorum ve yer vermeye niyetlenmişken yanımdaki adam benden hızlı davranıp yer vermek zorunda kalıyor. Teyze oturduğunda ise yanında ondan biraz daha yaşlı görünen bir kadına dönüp "onlar genç, ayakta da beklerler. biz yaşlıyız, hastayız. belimiz, dizimiz problemli" gibi şeyler söylüyor ah'laya uh'laya. Diğer teyze ise "yaa yaa evet. tabi" diye onaylıyor.

Aradan 5 dakika ya geçiyor ya geçmiyor, yer kapan teyze kendi otobüsünün geldiğini fark edip kaçırmamak için ayağa kalkıyor ve koşmaya başlıyor. O koştukça teni bronzlaşıyor, dizi "ben mi ağrıyormuşum lan allahsız!" dercesine kıvrılıyor, saçları siyahlaşıp kıvırcıklaşıyor, kadın gittikçe dişlekleşiyor. Otobüse binip aynı psikolojik baskıyı başkasına uygulayıp oturduğunda ise bir bakıyorum: Elvan Abeylegesse.

Eyvallah, yaşlılık insanın başına gelebilecek en acımasız şeylerden biri. Vücudun sürekli arıza yapan araba gibi. Lastiğini toparlıyorsun, tamponu düşüyor. Silecekleri tamir ediyorsun, farı yanmıyor. Beynin "yapabilirim" dediği çoğu şeyi vücut yapamıyor. Başkalarına ihtiyaç duyuyorsun hatta muhtaç oluyorsun. Hem ruhsal hem fiziksel olarak tam bir yetersizlik hali. Zamanında genç ve sağlıklı olan her insanın kendine kabul ettirmesinin çok zor olduğu bir durum.

Ama arkadaş, yaşlılığıyla prim yapan duygu sömürücüsü insanlara hakikaten uyuz oluyorum. Bari teşekkür etmek yerine -her ne kadar zorunda kalsa da- sana yer veren adamın arkasından "ah bacağım, oy dizim. onlar genç. ben yaşlıyım" diye konuştuğunu unutup ceylan gibi otobüse sekme be kadın! Bari sağlıklı olan bedenini hastalıklı gösterip hakaret etme. Hadi her şeyi geçtim, genç insan her zaman sağlıklı olmak zorunda değil ki. Kaldı ki sağlıklı insanlar da yorulur. Genciz diye ölelim mi anlamıyorum ki!

Yemin ediyorum insanı yaşlılardan ve yaşlılardan soğutuyorsunuz. Umarım yaşlanınca sağlığım elverir de sizin gibi koltuk sevdalısı olmam.

20 Mart 2014 Perşembe

Değişime Aç Mısın?

Alışveriş merkezlerine gitmek zorunda kaldığım zamanlarda nefretim birkaç metre boyunda dev dalgalara dönüşüp kıyılarımı döver, sinirlerimi sel alır götürür. İç sesimi dinlememek için kendimi etrafa veririm, çocukları, insanları seyrederim. Gördüğüm şeylere bağlı olarak hissettiklerim de değişir böylelikle.

Yine böyle zorunlu gittiğim bir günde yemek yiyip diğer yandan etrafı seyrederken gözüm hamburger ve patates kızartmasına bulanmış, sorgulamadan karın doyuran bir sürü çocuk ve yetişkinin içinde iştahla pilav üstü kuru yiyen gözlüklü, afacan bir çocuğa takıldı. Çok mutlu olduğumu ve yemeğini bitirene kadar yüzümde sabit bir gülümsemeyle çocuktan gözlerimi ayırmadığımı hatırlıyorum.

Uzun zamandır hamburger, asitli içecek, konserve ve hazır gıda tüketmeyen biri olarak beni en çok etkileyen şeylerden biri de Gıda A.Ş. (Food Inc) belgeseli oldu. Bu yazıyı paylaşmak için de kasten kırmızı et tüketiminin tavana vurduğu bir bayram olan kurban bayramının arefesini seçtim çünkü belgeselde dünya çapında dev gıda firmalarının özellikle Amerika'daki çiftçiler üzerinde oluşturdukları baskı, yarattıkları hayvan ve insan istismarı, tek tip ve tek türde beslenmenin bireysel ve toplumsal etkileri ele alınıyor. Bu noktada izlerken biraz rahatsız olabileceğinizi tahmin ettiğim sahneler içeren bir belgesel ama yine de şimdi olmasa bile sonra izlemenizi tavsiye ederim. Tabii unutmadan belirtmeliyim ki sağlam bir etcil olarak beni etten değil, insanlardan ve bu tüketim toplumundan soğuttu.

Fast food tüketmiyor olsak bile seçici değilsek bir şekilde bu sistemin ekmeğine yağ sürüyoruz. Ancak bunu değiştirmek için çok fazla efor sarfetmemize gerek yok. Şehir hayatı nedeniyle her an taze sebze ve meyvelere ulaşma şansımız olmadığı da aşikar. Bunu yapamadığımız için de elimizden geleni, yani işçilere, insanlara, hayvanlara ve çevreye saygısı olan firmaları seçmemiz, bilinçli tüketim yapmamız gerekiyor.

Tüketici olarak gücümüzün farkında olalım. Belgeselin de dediği gibi: Her lokmamızda dünyayı değiştirebiliriz.

Sağlıklı bir bayram olması dileğiyle.

- filmin linkini de verdim o kadar. artık izlemezsen ayıp.


13 Mart 2014 Perşembe

Yakartop

Son zamanlarda kendimi kavga eden anne-babasının arasında elleriyle kulaklarını kapatıp "anne! baba! yeter artık kavga etmeyin!" diye haykıran çocuk gibi hissediyorum. Herkes bağırıyor, kimsenin birbirine tahammülü yok. Her yer kaos. Dilenen insanlar çoğalıyor, çocuklar ölüyor, cinayetler işleniyor. İnsanlar umursamıyor. Ülke gündemi senelerdir değiştirilmemiş iç çamaşırı gibi.

Eskiden de bu kadar kötü şeyler oluyordu da ben mi farkında değilim diye sorguluyorum. Cep telefonumu elime her alışımda, televizyonu her açışımda, arkadaşlarımla görüşmemde moralim bozuluyor. İnsanlar birbirlerine sanal bir savaş açmış, tanımadıkları kişilerle tanımadıkları insanların paylaşımları altına yaptıkları yorumlarla birbirlerine hakaret ediyorlar. Kendisi gibi düşünmeyen insanları arkadaşlık listelerinden çıkararak cezalandırıyorlar. Herkesin söyleyecek çok şeyi var ama hiçbiri yapıcı değil. Sığınağım olarak gördüğüm, uzaktayken huzuruna özlem duyduğum Urla bile kaosa sürüklenmiş.

Bütün bu olanlarda kimse suçu kendisinde aramıyor. Oysa hepimiz bu düzenin bir parçasıyız. Buna rağmen taraf, bu taraf var artık. Ortada durana oluyor olan. Yakartop oynar misali bir onun topundan kaçmaya çalışıyorsun, bir bunun.

Bazen keşke bir kabilede doğsaydım diyorum. Zorunda kaldığımda maymun yerdim, ya da geleneğim olduğu için oğlumun yüzünün bıçakla çizilmesine razı gelmek durumunda kalırdım belki ama bir kadın olarak, ondan önce bir insan olarak daha fazla saygı görürdüm. Ya da şanslı olursam babaların kızlarının sevişebilmesi için kulübeler yaptığı o kabileye düşerdim. Yine bu düzenin bir parçası olurdum belki ama en zayıf halka olurdum. Kocam eve yemek getiremeyince dünyanın boynuzlarında durduğuna inandığım o boğayı pişirip yediğimi hayal ederdim. Dünyadan bihaber olurdum, sana göre cahil olurdum ama kafama biber gazı kapsülü yiyerek ya da aldığı "emir" ile egosunu tatmin etme fırsatı bulduğu için bana var gücüyle dayak atan biri yüzünden ölmem imkansız olurdu.

4 Mart 2014 Salı

Menü

İşten geldiğim, çoğu zaman olduğu gibi fiziksel olarak efor harcamadan bütün gün oturup bilgisayara bakan bir insanın nasıl olup da at gibi yorulabildiğinin cevabını bulmaya çalıştığım bir akşam dahaydı. Farklı olarak, ileriki günlerde mecburiyetten damlalıkla ağzımıza damlatma ihtimalimiz olan avuçiçi kadar kalmış suyumuzu yeşil bahçe hortumuyla hunharca yola akıtan, duyarlılıktan nasibini almamış bir amcaya sinirlenmiştim. Hatta yaptığından ölesiye utanacağı ve ağlayarak evrenden özür dileyeceğine emin olduğum çok duygusal bir konuşma bile hazırlamıştım ona ama servis şoförüne yapacağım konuşmayı unuttuğum için bunların hiçbiri gerçekleşmedi.

Sonra sinirin de etkisiyle iyice acıktım. Yemek için hafif bir şeyler istediğimden tam 8 dakika sonra kendimi midemde bir daş, elimde de yarısı yenmiş koca bir kase yoğurt, nesfit, muz, bal, fındık, kuru üzüm, kuru incir ve ceviz karışımıyla buldum. Bir ara kendimi kaybetmişim belli ki. Oysa istediğim hafif bir şeydi. Yemeden önceki yorgunluk sorgulaması yerini pişmanlığa ve tırmanışa uygun bir duvar arayışına bıraktı böylelikle.

Sindirim gerçekleşince fiziken rahatladım ancak bu sefer de içime bir korku düştü. Hayatımın da bu kendi yaptığım bebek maması görünümünde, tatlı, lezzetli ama iç bayan gıda karışımı gibi olmasından ve "bir ara kendimi kaybedip" pişman olmaktan çok korktum. Şimdi bu bir yemek neticede. Sindirimi tam olarak gerçekleşene kadar, yedikten bir süre sonra boğazı parmaklamak suretiyle çıkarma şansım var. Hatta istersem iğrençleşip kustuğumu tekrar yiyebilirim. Sonra tekrar kusarım muhtemelen ama olsun. Neticede böyle bir şansım var mı? Var.

Lakin hayat öyle bir şey değil. Bir kere, hayat bir öğün değil. Hayat, yaşamın sürece yediklerinin tümü ve hepsi zaman tarafından sindirilmiş. Ancak sıçtıktan sonra farkına varıyorsun aslında sıçmak istemediğin bir şeyi sıçtığının. Bunun farkına vardığın zaman da eğer yeterli enerjin ve önünde zamanın varsa -ki kimse bilemez- şanslısın. Ama tam tersi enerjin ve zamanının bittiği bir an bunu fark ettiysen geçmiş ola. Soran olursa bütün hayatını boşa geçirdiğini söylesen yalan olmaz.

Hayatının boşa geçtiğini fark etmesi bir insanın kendine yaşatacağı en büyük hayal kırıklığı olsagerek. Bu yüzden geç olmadan menüyü belirlemekte fayda var. Gerekiyorsa ve imkan varsa parmak atıp kusmaya da razı olmalı. Kusmaktan korkanın burnu boktan çıkmaz diyolla.

1 Mart 2014 Cumartesi

Sayaç

Yeni yıla girecekken, askerden dönecekken, sürpriz yapacakken, mesai bitecekken, sipariş ettiğimiz yemeğimizi beklerken, kırmızı ışıkta yeşili beklerken, uzaya mekik gönderirken, dizimizin başlamasını beklerken... Elimize geçen her fırsatta geri saymayı yeni öğrenmiş çocuk gibi davranıyoruz.  İnsanlar olarak zaten tam bir geri sayım canavarıyız. Bir de buna uzak mesafe ilişkisi de eklenince adeta bir geri sayım sayacına dönüşüyoruz.

Geri saymaktan şikayetçi değilim. Zaten atalarımız "sayılı zaman çabuk geçer" diyerek geri saymaya teşvik etmişler bizi asırlardır. Doğruluk payı olsagerek çünkü şimdiye kadar kimsenin buna itiraz ettiğini görmedim. Belki de atalarımıza saygıdan gerçek düşüncelerini belirtmiyorlardır. Neticede "ölünün arkasından konuşulmaz" da bir atasözü.

Aynı ataların "gözden ırak olan gönülden de ırak olur" diye bir sözü daha var. Doğruluk payı vardır elbet ama teknolojinin de payıyla bu noktada kendilerini çok utandırdığımızı düşünüyorum. "Ölü arkasından utandırılmaz" diye bir atasözü de yoktu bildiğim kadarıyla. Utandırmak serbest.

Her şeyi, alakalı-alakasız, genç-yaşlı, fikri sorulmuş-sorulmamış, bilen-bilmeyen, tecrübe etmiş-etmemiş herkesi, hatta atalarımızı, bütün söylenmiş ve söylenecek cümleleri, az öncekileri de siktir edin. Sevdiğiniz insan yan odadaysa ve siz başka bir odada bu yazıyı okuyorsanız hemen şu anda okumayı bırakıp yanına gidin ve ona sarılın. Sarılın da bütün uzak mesafe ilişkisi sürdürenlerin canına değsin.