Geçen ay da Urla'daydım ve şans eseri sanat pazarına denk geldim. İstanbul'a dönmeden önce tekrar görmeyi çok istemiştim. Normalde her ayın ikinci ve son Pazar günü oluyor ama bu seferki seçim nedeniyle bir hafta erkene alınmış. Oldukça sevindim çünkü daha önce sadece bir kere denk gelebilmiştim.
Urla gibi üretken bir yerle sanat çok iyi anlaşıyor. İkisine çöpçatanlık yaptıkları için mutluyum. Zaten Sanat Sokağı halihazırda çok güzel dükkanları ve cafeleri bünyesinde barındıran bir yer. Tezgah kuran çoğu kişi de bu dükkanların sahibi. Yani pazar kurulu olmasa bile görülecek çok dolu, güzel, huzurlu dükkan-cafeler var.
Yalnız pazarın bir sıkıntısı var, o da ziyaretçilerin azlığı. Ya bilen yerliler geliyor ya da tesadüf eseri yolu düşen. Zaten tezgahların çoğunun orada bulunan dükkanlara ait olduğunu belirtmiştim. Bu da aslında bir yerde satışa çıkarılan eşyaların tekrar etmesi anlamına geliyor ve bu da bir noktadan sonra ziyaretçilerin sıkılmasına neden oluyor. Çok fazla iş görmeyecek, bit pazarında görmeye alışık olduğumuz eşyalar da var tabii. Bunlara rağmen daha önce hiç görmediğiniz sanat dallarına ait eserlerle ya da teknik olarak aşina olmanıza karşılık sizi şaşırtabilecek derecede acaip eserlerle karşılaşabiliyorsunuz.
Bu yazıyı yazmamın iki nedeni vardı: Böyle bir etkinlikten haberi olmayan insanlara gidip görmeleri için vesile olmak ve daha önce hiç karşılaşmadığım çok güzel bir sanat dalını anlatmak. Birinci amacım için yazımı burada sonlandırıyorum. Şimdi gelelim ikincisine.
Dediğim gibi, en son Urla ziyaretimde pazara denk gelebilmiştim. Deli Adam ile sokağı turlayalım dedik ve gezerken bir tezgahta çerçeveler, çerçevelerde de kurutulmuş çeşitli bitki yaprakları ve çiçeklerle oluşturulmuş tablolar gördük. Elbette daha önce gören, bilen, hatta yapanlar vardır ama biz oldukça şaşırdık. Bizimle ilgilenen kişi, tabloları yapan Ömür hanım'ın eşiymiş. Ardı arkası kesilmeyen meraklı sorularımıza elinden geldiğince aydınlatıcı cevaplar vermeye çalıştı. Yaprak sanatının aslında oldukça yaygın bir sanat dalı olduğundan, pırasa, salatalık gibi çeşitli sebzelerin bile kullanılabildiğinden bahsetti. Boyama şeklinde ya da kesilerek yapılanları da varmış. Nitekim İstanbul'a dönüp araştırdığımda gerçekten çok farklı teknikler gördüm.
Daha önceki yazılarımda da doğa gibi halihazırda şaheser olan bir olgudan muhteşem şeyler meydana getirmek için yaratıcılığın ve zekanın yeterli olabileceğini düşündüğümü belirtmiştim. Bu tarz şeyler beynimi hemen ele geçiriyor. Üretken olma isteği ve biz şehir hayatında sıkışmış insanların doğa ile biraraya gelme dürtüsünün bir sonucu bu. Bu yüzden böyle şeyler görünce bu kadar heyecanlanıyorum herhalde.
Biraz sohbetten sonra, seçmek zor oldu ama, çalışmalardan birini aldık. Gün boyu bitki yapraklarına ve onlarla yapılabilecek şeylere odaklandım durdum. Daha önce hiç bu şekilde düşünmemiştim. Farkındalık sağlayan şeylerle karşılaşmaya bayılıyorum! Umarım bu seferimde de ziyaret edebilirim.
Her seferim bir öncekinden güzel olsun istiyorum.
30 Nisan 2014 Çarşamba
28 Nisan 2014 Pazartesi
Bana Otobiyografi Deme
3 gün arayla 3 kere kendimi hiç tanımadığım insanlara tanıtmak zorunda kaldım. Galiba hayatta en nefret ettiğim şey zoraki olarak kendimden bahsetmek. İkinci nefret ettiğim şeyse başkasının kendini anlatmasını dinlemek. Bunu neden yapıyorsunuz bilmiyorum, sevgili yöneticiler, eğitmenler, arkadaşlar, yoldaşlar! Zaten yeterince açık olamamak değil mi sorunumuz? Neden bu böyle değilmiş gibi davranıyor ve nasıl herkesin kendini olduğu gibi anlatabileceğini düşünüyorsunuz, aklım almıyor doğrusu.
Maalesef bunu yapmak zorunda kaldığım zamanlar sıra bana gelince 24 senelik hayatımı 3 dakika 14 saniyeye sığdırabiliyorum. Bu hayatımı boş geçirdiğim anlamına mı gelir? Ya da çok çekingen olduğum? Ya da yaptığım her şeyden pişmanlık duyup tüm hayatımdan utandığım? Normal olanı 1 saat boyunca duraksamadan kendimden bahsetmem midir? Fonda ay yüzlüm'ü açıp "Sıcak ve yağmurlu bir mayıs gününde başlıyor hikayemiz..." diyerek romantikleşmeli miyim hayat hikayemi anlatırken? Hepiniz ailenize rest çekip başka hayatlar kurup başarılı mı oldunuz? Hiçbirinizin normal bir hayatı olmadı mı ulan? Bir ben miyim amerika'da pompacılık yapmayan? Hepiniz ne kadar marjinal, ne kadar asisiniz öyle! Hep bir "ben feleğin çemberinden geçtim", "ben aileme kafa tuttum", "ben suyumu kazandım da içtim, ekmeğimi böldüm de yedim" havaları... Öyle bir kibir ki amerikasız bir hayat hikayesi duysa kulaklarından kan gelecek.
Hayat hikayesiyle ortamı domine eden insanların içinde bulundukları psikoloji konusunda kafam çok karışık. Yani, eğer anlattığı bu kişi gerçekten kendisiyse bu büyük bir olay. Çünkü kendisini en zayıf ve sağlam yönlerine kadar anlatıyor ve hiç çekinmiyor izlenimi oluşuyor ancak bu insanın doğasına ters. Hepimiz öküz gibi tırsıyoruz birileri zaaflarımızı öğrenecek, birilerinin yanında ağlayıvereceğiz diye. Çünkü hepimiz adeta bir zeyna, bir herkül, bir tanrıyız. Şimdiye kadar yaptığımız her işte başarılı olduk, hiçbir hatamız olmadı.
Hadi yukarıda yazdıklarımın hepsini boşverelim. En başta, bir insanı tanımanın heyecanı nerede kalır? O zaman herkes kendisiyle ilgili bir sunum hazırlasın. Tanıştığı her kişiye sunum yapsın, desin ben böyleyim. Sonra o insandan duyacağın hangi söz ya da ortak nokta seni mutlu bir şaşkınlığa sürükler ki? Nerede kaldı bunun eğlencesi? Hem gerçek bilge, sormadan söylemeyendir. Madem ki çok gördüğünü ve yaşadığını düşünüyorsun, bırak da fikrini almak istediğimde sana sorayım. Bu şekilde verilen bilgiler o an istemesen de daha sonra yersin diye aldığın çikolataya benziyor. Nereye koyduğunu bile unutuyorsun. Aylar sonra kurtlanmış olarak çıkıyor karşına.
Her şeyden önce kendinize faydanız olsun yahu! 30 senelik "acaip" hayatını 1 saatte sunum olarak anlatabilecek kadar dinlemeye değer bir hayat sürdüğünü ve herkesin bunu duymaya hakkı olduğunu düşünüyorsan, bence benimle aynı ortamda bulunmamalısın. Benimle ve hatta diğer sıradan yaşam sahibi insanlarla. Çünkü sen çok acaip bir hayat sürmüşsün dostum, burada ne işin var? Ama demek ki amerikada pompacılık yapanla, ailesine kafa tutmayan, güneş enerjili otomobiller tasarlayanla, istikrarlı bir hobi edinmekten aciz biri önünde sonunda aynı sikko yerde buluşuyor. Neden; aynı amaç için: Tanımadığı insanların cebine kendi kazandığından kat be kat para girsin diye. E keşke kasmasaydın o kadar be abicim...
Maalesef bunu yapmak zorunda kaldığım zamanlar sıra bana gelince 24 senelik hayatımı 3 dakika 14 saniyeye sığdırabiliyorum. Bu hayatımı boş geçirdiğim anlamına mı gelir? Ya da çok çekingen olduğum? Ya da yaptığım her şeyden pişmanlık duyup tüm hayatımdan utandığım? Normal olanı 1 saat boyunca duraksamadan kendimden bahsetmem midir? Fonda ay yüzlüm'ü açıp "Sıcak ve yağmurlu bir mayıs gününde başlıyor hikayemiz..." diyerek romantikleşmeli miyim hayat hikayemi anlatırken? Hepiniz ailenize rest çekip başka hayatlar kurup başarılı mı oldunuz? Hiçbirinizin normal bir hayatı olmadı mı ulan? Bir ben miyim amerika'da pompacılık yapmayan? Hepiniz ne kadar marjinal, ne kadar asisiniz öyle! Hep bir "ben feleğin çemberinden geçtim", "ben aileme kafa tuttum", "ben suyumu kazandım da içtim, ekmeğimi böldüm de yedim" havaları... Öyle bir kibir ki amerikasız bir hayat hikayesi duysa kulaklarından kan gelecek.
Hayat hikayesiyle ortamı domine eden insanların içinde bulundukları psikoloji konusunda kafam çok karışık. Yani, eğer anlattığı bu kişi gerçekten kendisiyse bu büyük bir olay. Çünkü kendisini en zayıf ve sağlam yönlerine kadar anlatıyor ve hiç çekinmiyor izlenimi oluşuyor ancak bu insanın doğasına ters. Hepimiz öküz gibi tırsıyoruz birileri zaaflarımızı öğrenecek, birilerinin yanında ağlayıvereceğiz diye. Çünkü hepimiz adeta bir zeyna, bir herkül, bir tanrıyız. Şimdiye kadar yaptığımız her işte başarılı olduk, hiçbir hatamız olmadı.
Hadi yukarıda yazdıklarımın hepsini boşverelim. En başta, bir insanı tanımanın heyecanı nerede kalır? O zaman herkes kendisiyle ilgili bir sunum hazırlasın. Tanıştığı her kişiye sunum yapsın, desin ben böyleyim. Sonra o insandan duyacağın hangi söz ya da ortak nokta seni mutlu bir şaşkınlığa sürükler ki? Nerede kaldı bunun eğlencesi? Hem gerçek bilge, sormadan söylemeyendir. Madem ki çok gördüğünü ve yaşadığını düşünüyorsun, bırak da fikrini almak istediğimde sana sorayım. Bu şekilde verilen bilgiler o an istemesen de daha sonra yersin diye aldığın çikolataya benziyor. Nereye koyduğunu bile unutuyorsun. Aylar sonra kurtlanmış olarak çıkıyor karşına.
Her şeyden önce kendinize faydanız olsun yahu! 30 senelik "acaip" hayatını 1 saatte sunum olarak anlatabilecek kadar dinlemeye değer bir hayat sürdüğünü ve herkesin bunu duymaya hakkı olduğunu düşünüyorsan, bence benimle aynı ortamda bulunmamalısın. Benimle ve hatta diğer sıradan yaşam sahibi insanlarla. Çünkü sen çok acaip bir hayat sürmüşsün dostum, burada ne işin var? Ama demek ki amerikada pompacılık yapanla, ailesine kafa tutmayan, güneş enerjili otomobiller tasarlayanla, istikrarlı bir hobi edinmekten aciz biri önünde sonunda aynı sikko yerde buluşuyor. Neden; aynı amaç için: Tanımadığı insanların cebine kendi kazandığından kat be kat para girsin diye. E keşke kasmasaydın o kadar be abicim...
Etiketler:
amerikada pompacılık yapmak,
ben suyumu kazandım da içtim,
hayat hikayesi,
kendini anlatmak,
kendini tanıtmak,
macera dolu amerika,
marjinal hayat,
megalomanlık,
otobiyografi
21 Nisan 2014 Pazartesi
Derviş
Sabreden derviş muradına ermiş derler ama bu -miş li geçmiş zaman olduğu için bundan hiçbir zaman emin olamayacağız. Çoğu işimizde yaptığımız gibi burada da dervişle aramıza üçüncü tekil şahısları sokmuşuz. Belki de aslında derviş hiçbir zaman eremedi, erdim dedi. Belki de ermedim demesine rağmen üçüncü tekil şahıs yüzyıllardır etrafa erdi diye anlattı. Belki de derviş zaten hiç sabretmemişti hatta belki de var olmamıştı bile.
Bir şeylerlerle aramıza bir şeyleri koymamız en alışık olduğumuz şeylerden biri. Bir nevi ekmek arası hayatlar yaşıyoruz. Babamızla aramızda annemiz, baktığımız şeyle gözlerimiz arasına gözlüklerimiz, zeminle ayaklarımızın arasında ayakkabılarımız, geçmişimizle aramızda zaman, sosyal hayatımızla aramızda işimiz, sevdiklerimizle aramızda mesafeler olabiliyor çoğu zaman. İşte sabır da bu noktada sınanmaya başlıyor. ve muhtemelen en çok da sonuncusunda...
"Elimizde olmayan nedenlerden dolayı..." çok politik bir cümle başlangıcı ve aynı zamanda samimiyetsiz de. Çaresizlik imajıyla duygu sömürüsü yapmayı amaçlamış ama "iş benden çıksın da nolursa olsun" diye düşünen bir beyaz yakalı sanki. Böyle anlarda "Senin elinde değilse kimin elinde?" diye sorası, yetkili bir abi arayası geliyor insanın. Bahaneler, gerekçeler, hepsi birbirine giriyor. Her şey bir yana, eğer doluya koysan almıyor, boşa koysan dolmuyorsa hakikaten o senin elinde olmayan bir nedendendir ve buna senin müdahale etmen çok zordur. Olmuş, bitmiş ya da halihazırda oluyor olabilir. Bunu ancak bekleyerek ve sabrederek görür insan. İki sabır arası zaman. Ya da iki sabır arası sevgi kimi zaman.
Sabretmek aynı zamanda sürprizlerle dolu bir şey. Mesela 9 ay sonra bir bebek veriyor bir kadına. Tam 25 sene önce bugün. Doğum problemli geçiyor ama bebek, doktor sayesinde atlatıyor tehlikeyi. Sonra o bebek büyüyüp bir adam, her şeyiyle başka bir kadının her şeyi oluyor. Sonra aynı adam, o kadına da usul usul öğretiyor sabretmeyi, saçlarını okşayarak. Eğer sabredebiliyorsan orada umut vardır ve bu kadın artık hiç olmadığı kadar sabırlı olabiliyor mesafelere karşı. Ne getireceğini bilmese de, en güzelini umuyor o adamla. Bunu öğrettiği için de o'na minnettar.
Dolu almadı, boş dolmadı. Bu sefer mesafeler aşılamadı. Bazı şeyler olmuş bitmiş bulundu ama halihazırda olan bir şeyler daha var. Güzel bir şeyler. Dervişin aslında var olması, sabretmesi ve muradına erecek olması gibi mesela.
Bir şeylerlerle aramıza bir şeyleri koymamız en alışık olduğumuz şeylerden biri. Bir nevi ekmek arası hayatlar yaşıyoruz. Babamızla aramızda annemiz, baktığımız şeyle gözlerimiz arasına gözlüklerimiz, zeminle ayaklarımızın arasında ayakkabılarımız, geçmişimizle aramızda zaman, sosyal hayatımızla aramızda işimiz, sevdiklerimizle aramızda mesafeler olabiliyor çoğu zaman. İşte sabır da bu noktada sınanmaya başlıyor. ve muhtemelen en çok da sonuncusunda...
"Elimizde olmayan nedenlerden dolayı..." çok politik bir cümle başlangıcı ve aynı zamanda samimiyetsiz de. Çaresizlik imajıyla duygu sömürüsü yapmayı amaçlamış ama "iş benden çıksın da nolursa olsun" diye düşünen bir beyaz yakalı sanki. Böyle anlarda "Senin elinde değilse kimin elinde?" diye sorası, yetkili bir abi arayası geliyor insanın. Bahaneler, gerekçeler, hepsi birbirine giriyor. Her şey bir yana, eğer doluya koysan almıyor, boşa koysan dolmuyorsa hakikaten o senin elinde olmayan bir nedendendir ve buna senin müdahale etmen çok zordur. Olmuş, bitmiş ya da halihazırda oluyor olabilir. Bunu ancak bekleyerek ve sabrederek görür insan. İki sabır arası zaman. Ya da iki sabır arası sevgi kimi zaman.
Sabretmek aynı zamanda sürprizlerle dolu bir şey. Mesela 9 ay sonra bir bebek veriyor bir kadına. Tam 25 sene önce bugün. Doğum problemli geçiyor ama bebek, doktor sayesinde atlatıyor tehlikeyi. Sonra o bebek büyüyüp bir adam, her şeyiyle başka bir kadının her şeyi oluyor. Sonra aynı adam, o kadına da usul usul öğretiyor sabretmeyi, saçlarını okşayarak. Eğer sabredebiliyorsan orada umut vardır ve bu kadın artık hiç olmadığı kadar sabırlı olabiliyor mesafelere karşı. Ne getireceğini bilmese de, en güzelini umuyor o adamla. Bunu öğrettiği için de o'na minnettar.
Dolu almadı, boş dolmadı. Bu sefer mesafeler aşılamadı. Bazı şeyler olmuş bitmiş bulundu ama halihazırda olan bir şeyler daha var. Güzel bir şeyler. Dervişin aslında var olması, sabretmesi ve muradına erecek olması gibi mesela.
20 Nisan 2014 Pazar
Neden Karavan?
"Özgürlüğü severiz ama nedense özgür olacağımız hayatları seçmeyiz. Benim için özgürlüğün en önemli sembollerinden biri de karavanlardır. Karavanımın hayatımdaki önemi o kadar büyük, derin ve anlamlı ki anlatamam. İstediğiniz yerde istediğiniz zaman istediğiniz şekilde kalabilmenin ve istediğiniz gibi yaşayabilmenin özgürlüğü paha biçilemez.
...
Her insanda özgürlük hevesi vardır ama insanlar sorumluluklarından kurtulmayı göze alamazlar. Benimse özgür olamadığım zaman mutlu da olamayan bir yapım var. Bu yüzden ne devlet tiyatrosunda oynayabildim, ne de uzun soluklu dizileri sevebildim. Yeni bir takım şeyler olmalı, her zaman hayatınızı yenilemelisiniz. Yenilenmeyen hayatlar yaşanmış hayatlar değildir bence. Tabii son model bir araba, yeni bir ev her insanı tatmin eder ama inanın benim bunlarda gözüm yok ve bu söylediklerim bir züğürt tesellisi değil."
...
Her insanda özgürlük hevesi vardır ama insanlar sorumluluklarından kurtulmayı göze alamazlar. Benimse özgür olamadığım zaman mutlu da olamayan bir yapım var. Bu yüzden ne devlet tiyatrosunda oynayabildim, ne de uzun soluklu dizileri sevebildim. Yeni bir takım şeyler olmalı, her zaman hayatınızı yenilemelisiniz. Yenilenmeyen hayatlar yaşanmış hayatlar değildir bence. Tabii son model bir araba, yeni bir ev her insanı tatmin eder ama inanın benim bunlarda gözüm yok ve bu söylediklerim bir züğürt tesellisi değil."
Sümer Tilmaç - Ot Dergi, Nisan 2014
13 Nisan 2014 Pazar
Sırları Yakalayabilmenin Sırlarını Çözen Adam
Bugün çok enteresan bir amca ile tanıştım. Onun bulunduğu yerdeki papatyaların fotoğrafını çekmiştim. Bakmak istedi, gösterdim. Sonra internetimin olup olmadığını ve eğer varsa Mehmet Nevzat Kürüm'ü aratmamı söyledi. Çıkan sonuçlardan kendisinin yazar olduğunu söyledim. "Tanıyor musun?" sorusuna olumsuz yanıt verince "şu anda onunla konuşuyorsun" gibisinden "mütevazı" bir giriş yaptı yaklaşık bir saatlik sohbetimize.
Normalde sürekli kendinden bahseden insanları hiç sevmem ama sürekli kendinden bahseden yaşlı insanlarla muhabbet etmeyi severim. Bir anda ortalığı naftalin kokusu kaplar, duyulsun diye ses tonu "bir tık" yükseltilir. Muhabbetin belirli bir konusu olmadığı gibi, yaşın verdiği dikkat dağınıklığıyla konudan konuya, daldan dala atlarlar. Böylece aynı anda pek çok şey öğrenirsin. Zaten son zamanlarda tanımadığım insanlarla muhabbet etmekten acaip bir keyif alır oldum. Yapacak daha iyi bir şeyim de olmadığı için dinledim ha dinledim.
84 yaşındaki bu amca, Sırları Yakalayabilmenin Sırları diye bir kitap yazmış ve kötülüğün tamamen kaybolup iyiliğin dünyaya hükmedebileceğine, tüm sırları çözdüğüne inanıyor. Bunu yapmasının kolay olmadığını, yazdığı bu kitabı 23 kere okuduktan sonra kendi potansiyelinin farkına varıp diğer insanlardan farklı olarak kendisini gerçekten tanıdığını iddia ediyor. Tanışmamızı da tesadüfe bağlamıyor. "bir şey seni çağırdı" deyince kendisine hak verdim çünkü tesadüfe ben de inanmam. Bu konuda saçma derecede romantiğimdir.
Kendisiyle uzun uzun sohbet ettik. Ola ki birileri satın almak ister diye yanında 4-5 tane birden taşıdığını düşündüğüm ve anılarından oluşan kitabından 6-7 hikaye okudum. Arada küçük es'ler verip anlatmak istediği konu üzerinde tartıştık. Merak ettiklerimi sordum, cevapladı. Bir hikayesinin sonunda kendi aforizması olduğunu söylediği bir cümleyle karşılaştım. Dediğine göre ünlü bir aile tarafindan hunharca kullanılan, ancak onun fikir babası olduğu belirtilmeyen bir cümleymiş.
Neticede kitabını satın almadım ve açıkçası galiba kendisini -birkaç fikri dışında- çok ciddiye almadım. Belki de bana gerçek olamayacak kadar fazla iyimser gelen düşünceleri olmuş olabilir. Belki böyle düşünmeme neden olan "madem sırrını çözdün, neden söylemiyorsun?" soruma veremediği cevap da olabilir. Neticede ben dünyayı ve hatta bütün kozmosu çözsem kitap yazmam, atlet ve donla sokağa fırlar her önüme gelene anlatırım ama tabii belki de bilgelik böyle bir şeydir. Ne olursa olsun insan dinlemeli, farklı düşüncelere sahip olan insanlara ve onların fikirlerini dinlemeye tahammül etmeli. Daha doğrusu merak etmeli diye düşünüyorum. Nitekim bu sayede farklı bir gün yaşamış oldum ve (her ne kadar gerçekliği süpheli de olsa) bir şeyler öğrendim.
Kendisini "dünyanın en mutlu adamı" olarak nitelendiren biriyle sohbet edince siz de dünyanın en mutlularından biri olmasanız da iyi hissediyorsunuz. Bir yerlerde ömründe yaptığı hiçbir şeyden pişman olmadığını söyleyen birilerinin olması, gerçekte buna inanmasa bile sizi öyle olduğuna inandırması güzel şey ve sizi de aynı hissetmeye teşvik ediyor.
Kısacası bu yazıyı temkinli olun diye yazıyorum; Nevzat amca bir yerlerde sizi de bulabilir. Deli deyip kaçmayın. Belli ki bir şey onu çağırmıştır.
Normalde sürekli kendinden bahseden insanları hiç sevmem ama sürekli kendinden bahseden yaşlı insanlarla muhabbet etmeyi severim. Bir anda ortalığı naftalin kokusu kaplar, duyulsun diye ses tonu "bir tık" yükseltilir. Muhabbetin belirli bir konusu olmadığı gibi, yaşın verdiği dikkat dağınıklığıyla konudan konuya, daldan dala atlarlar. Böylece aynı anda pek çok şey öğrenirsin. Zaten son zamanlarda tanımadığım insanlarla muhabbet etmekten acaip bir keyif alır oldum. Yapacak daha iyi bir şeyim de olmadığı için dinledim ha dinledim.
84 yaşındaki bu amca, Sırları Yakalayabilmenin Sırları diye bir kitap yazmış ve kötülüğün tamamen kaybolup iyiliğin dünyaya hükmedebileceğine, tüm sırları çözdüğüne inanıyor. Bunu yapmasının kolay olmadığını, yazdığı bu kitabı 23 kere okuduktan sonra kendi potansiyelinin farkına varıp diğer insanlardan farklı olarak kendisini gerçekten tanıdığını iddia ediyor. Tanışmamızı da tesadüfe bağlamıyor. "bir şey seni çağırdı" deyince kendisine hak verdim çünkü tesadüfe ben de inanmam. Bu konuda saçma derecede romantiğimdir.
Kendisiyle uzun uzun sohbet ettik. Ola ki birileri satın almak ister diye yanında 4-5 tane birden taşıdığını düşündüğüm ve anılarından oluşan kitabından 6-7 hikaye okudum. Arada küçük es'ler verip anlatmak istediği konu üzerinde tartıştık. Merak ettiklerimi sordum, cevapladı. Bir hikayesinin sonunda kendi aforizması olduğunu söylediği bir cümleyle karşılaştım. Dediğine göre ünlü bir aile tarafindan hunharca kullanılan, ancak onun fikir babası olduğu belirtilmeyen bir cümleymiş.
Neticede kitabını satın almadım ve açıkçası galiba kendisini -birkaç fikri dışında- çok ciddiye almadım. Belki de bana gerçek olamayacak kadar fazla iyimser gelen düşünceleri olmuş olabilir. Belki böyle düşünmeme neden olan "madem sırrını çözdün, neden söylemiyorsun?" soruma veremediği cevap da olabilir. Neticede ben dünyayı ve hatta bütün kozmosu çözsem kitap yazmam, atlet ve donla sokağa fırlar her önüme gelene anlatırım ama tabii belki de bilgelik böyle bir şeydir. Ne olursa olsun insan dinlemeli, farklı düşüncelere sahip olan insanlara ve onların fikirlerini dinlemeye tahammül etmeli. Daha doğrusu merak etmeli diye düşünüyorum. Nitekim bu sayede farklı bir gün yaşamış oldum ve (her ne kadar gerçekliği süpheli de olsa) bir şeyler öğrendim.
Kendisini "dünyanın en mutlu adamı" olarak nitelendiren biriyle sohbet edince siz de dünyanın en mutlularından biri olmasanız da iyi hissediyorsunuz. Bir yerlerde ömründe yaptığı hiçbir şeyden pişman olmadığını söyleyen birilerinin olması, gerçekte buna inanmasa bile sizi öyle olduğuna inandırması güzel şey ve sizi de aynı hissetmeye teşvik ediyor.
Kısacası bu yazıyı temkinli olun diye yazıyorum; Nevzat amca bir yerlerde sizi de bulabilir. Deli deyip kaçmayın. Belli ki bir şey onu çağırmıştır.
9 Nisan 2014 Çarşamba
Alışık
O olmadan iyi uyku uyuyamayacağımıza inandığımız yastığımız, gözlüğümüzü koyduğumuz yer, serviste oturduğumuz koltuk, kıyafetlerimizi giyinme sıramız, saç rengimiz, öğle yemeği için gittiğimiz mekan, çöp saati, haftasonu boğaz trafiği, senelerdir çalıştığımız iş yerimiz, iş arkadaşlarımız ve hatta birlikte yaşadığımız kişi ve daha aklıma gelmeyen niceleri... Buradan bakınca alışkanlıklarımız hayatımızı ve geleceğimizi ele geçirmiş gibi görünüyor. Adeta bir sarmaşık gibi risk alma ve değişiklik isteklerimizi boğarcasına sarmalamış, bizi de pıstırmış. Bu yüzden saçımız belimizdeyken kısa kestirmek istediğimizde tedirgin oluyoruz, serviste bizim yerimize oturan kişiye içten içe kinleniyoruz, götümüzden kan aldıkları iş yerimizden çıkıp gidemiyoruz.
Risk alabilen insanlara hep imrenmişimdir. Çünkü bu insanlar alışkanlıklarından kolayca vazgeçebiliyor ve pişman olmaktan korkmuyorlar. Mesela iş görüşmesinde riskin tanımını yaparken yardıran, risk analizi, risk yönetimi yapan ama şu an ironik bir şekilde ege sahili hayali kuran çoğu beyaz yakalı kendi risk analizini yapma yeteneğinden yoksun, pişman olmaktan ölesiye korkan insanlar ve sırf bu yüzden ege sahillerini senede bir, en fazla iki hafta görmeye mahkumlar. Sevgili beyaz yakalı kardeşlerime bu kadar acımasız olmak istemezdim ama ne yazık ki bu doğru.
İnsan, elindekileri kaybetmemek için risk almaktan korkar. Şu an risk almaktan korkan ben, ellerimdekilere baktığımda birkaç sene geriye gitmiş kişisel gelişimim, eh işte dedirten bir kariyerim ve belli bir meblağ türk lirasından başka bir şey göremiyorum. Bir başkası benim ellerimde daha fazla şey görebilirdi belki ama insan genellikle kendi sahip olduklarına karşı hep bir eksilterek bakıyor.
"Ben değişiklikten korkuyorum. Öğle yemeğine aynı arkadaşlarımla çıkıp muhabbet edememekten korkuyorum. Serviste her zamanki koltuğuma başka birinin oturmasından, eve 10 dakikada gelememekten korkuyorum" deyince ne kadar da çocukça geliyor! Aklıma anaokuluna gitmemek için annemin paçasına yapışıp bağıra çağıra ağladığım günler geldi.
Belki de kısa kestirdiğim saçlarım bana yakışmış olsaydı değişiklikten bu kadar korkmazdım. Ya da eskiyen yastığımın yerine gelen yenisi uyuyamama sebep olmasaydı. Belki de işe servis koltuğumu değiştirmekten başlamalıyım ama bu sefer de diğer "alışık"ın içten içe bana kinlenmesine neden olabilirim. Yoo, değişikliğe alışmaya çalışarak kendimle çelişmeye niyetim yok! Öyle ya da böyle, küçük ya da büyük. Değişiklik geliyor, hissediyorum.
Risk alabilen insanlara hep imrenmişimdir. Çünkü bu insanlar alışkanlıklarından kolayca vazgeçebiliyor ve pişman olmaktan korkmuyorlar. Mesela iş görüşmesinde riskin tanımını yaparken yardıran, risk analizi, risk yönetimi yapan ama şu an ironik bir şekilde ege sahili hayali kuran çoğu beyaz yakalı kendi risk analizini yapma yeteneğinden yoksun, pişman olmaktan ölesiye korkan insanlar ve sırf bu yüzden ege sahillerini senede bir, en fazla iki hafta görmeye mahkumlar. Sevgili beyaz yakalı kardeşlerime bu kadar acımasız olmak istemezdim ama ne yazık ki bu doğru.
İnsan, elindekileri kaybetmemek için risk almaktan korkar. Şu an risk almaktan korkan ben, ellerimdekilere baktığımda birkaç sene geriye gitmiş kişisel gelişimim, eh işte dedirten bir kariyerim ve belli bir meblağ türk lirasından başka bir şey göremiyorum. Bir başkası benim ellerimde daha fazla şey görebilirdi belki ama insan genellikle kendi sahip olduklarına karşı hep bir eksilterek bakıyor.
"Ben değişiklikten korkuyorum. Öğle yemeğine aynı arkadaşlarımla çıkıp muhabbet edememekten korkuyorum. Serviste her zamanki koltuğuma başka birinin oturmasından, eve 10 dakikada gelememekten korkuyorum" deyince ne kadar da çocukça geliyor! Aklıma anaokuluna gitmemek için annemin paçasına yapışıp bağıra çağıra ağladığım günler geldi.
Belki de kısa kestirdiğim saçlarım bana yakışmış olsaydı değişiklikten bu kadar korkmazdım. Ya da eskiyen yastığımın yerine gelen yenisi uyuyamama sebep olmasaydı. Belki de işe servis koltuğumu değiştirmekten başlamalıyım ama bu sefer de diğer "alışık"ın içten içe bana kinlenmesine neden olabilirim. Yoo, değişikliğe alışmaya çalışarak kendimle çelişmeye niyetim yok! Öyle ya da böyle, küçük ya da büyük. Değişiklik geliyor, hissediyorum.
6 Nisan 2014 Pazar
Makine
"Ve tekrar otobüse oturuyorum. Saat sabahın yedi buçuğu, 32. hat. Hava yağmurlu ve soğuk. Yakında kar yağacak. Nem ayakkabımdan ve pantolonumdan içime işliyor. Felçli gibi oturuyorum burada ve asık, hareketsiz yüzlere bakıyorum. Genç bir kadın esnemesini gizlemek için ağzını kasıyor. "Kuzey Caddesi" diye gürlüyor şoför. Yabancılık duygusu tekrar sarıyor beni. Pencereden bakıyorum şaşkın. "Ne için bütün bunlar?" "Neden bunlara hâlâ katlanıyorum?" "Daha ne kadar?" Bir makine, kıskacına almış beni. İçimde bir tiksinti, giderek artıyor. İşyeri kaçınılmaz bir şekilde yaklaşıyor. "Günaydın iş sığırları!" Kalan süre çok kısa, zaman bir istasyondan diğerine uçup gidiyor. Zorla uykumdan edildim, karşı koyamadan yutuyor beni gündelik makine.
Durağım yaklaşıyor ama yerimden kalkamıyorum. Son durağa kadar yerimde oturuyorum ama artık otobüs durmuyor. Yoluna devam ediyor: Avusturya, Yugoslavya, Türkiye, Suriye, İran'dan geçerek... Hindistan'a, Malaya'ya gidiyor. Yolda değişime uğruyor otobüs. Şekli yeniden tasarlanıyor, rengarenk boyanıyor, yataklarda donanıyor, onarılıyor, değişen iklim şartlarına göre uyarlanıyor. Yaklaşık yirmi yolcu bir yaşam birliği oluşturuyorlar. Yakıt, yedek parça ve yiyecek alabilmek için yolda kendilerine iş arıyorlar. Otobüsteki işleri paylaşıyorlar. Birbirlerine kendi hikayelerini anlatıyorlar. Gündelik yaşamın diğer yüzü çıkıyor ortaya; başarıyı ret, sabotajlar, batakhaneler, hırsızlık, ifşaat, hasta numaraları, dayanışma eylemleri, patronlara karşı intikam eylemleri, gece saldırıları. Herkes kendi tarzında herhangi bir zamanda, bir direnç göstermiş ve makineyi durdurmayı denemiş. Nafile... Beş yıl sonra otobüs geri dönüyor. Yapılan eklemelerle kaplanmış, bilinmeyen dillerde yazılmış yazılar taşıyor, renkli perdeleri var. Kimse tanıyamıyor onu ve geri dönenler artık yabancı...
Durak. İniş. Rüya sona erdi. Hafta Sonları, tatiller, hayaller ve kaçış planları hep sona eriyor ve biz tekrar otobüste ya da tramvayda, arabada ya da metrobüste oturuyor oluyoruz. Gündelik makine bize karşı zafer kazanıyor. Bizler onun bir parçasıyız. Yaşamımızı zaman dilimleri halinde parçalara ayırıyor, enerjimizi yönlendiriyor, hayallerimizi un ufak ediyor. Bizler, onun mekanizmaları içinde yer alan uysal, dakik, disipline olmuş küçük dişlileriz sadece. Ve makine uçuruma doğru sürükleniyor. Peki biz hangi çarkın içindeyiz?"
Durağım yaklaşıyor ama yerimden kalkamıyorum. Son durağa kadar yerimde oturuyorum ama artık otobüs durmuyor. Yoluna devam ediyor: Avusturya, Yugoslavya, Türkiye, Suriye, İran'dan geçerek... Hindistan'a, Malaya'ya gidiyor. Yolda değişime uğruyor otobüs. Şekli yeniden tasarlanıyor, rengarenk boyanıyor, yataklarda donanıyor, onarılıyor, değişen iklim şartlarına göre uyarlanıyor. Yaklaşık yirmi yolcu bir yaşam birliği oluşturuyorlar. Yakıt, yedek parça ve yiyecek alabilmek için yolda kendilerine iş arıyorlar. Otobüsteki işleri paylaşıyorlar. Birbirlerine kendi hikayelerini anlatıyorlar. Gündelik yaşamın diğer yüzü çıkıyor ortaya; başarıyı ret, sabotajlar, batakhaneler, hırsızlık, ifşaat, hasta numaraları, dayanışma eylemleri, patronlara karşı intikam eylemleri, gece saldırıları. Herkes kendi tarzında herhangi bir zamanda, bir direnç göstermiş ve makineyi durdurmayı denemiş. Nafile... Beş yıl sonra otobüs geri dönüyor. Yapılan eklemelerle kaplanmış, bilinmeyen dillerde yazılmış yazılar taşıyor, renkli perdeleri var. Kimse tanıyamıyor onu ve geri dönenler artık yabancı...
Durak. İniş. Rüya sona erdi. Hafta Sonları, tatiller, hayaller ve kaçış planları hep sona eriyor ve biz tekrar otobüste ya da tramvayda, arabada ya da metrobüste oturuyor oluyoruz. Gündelik makine bize karşı zafer kazanıyor. Bizler onun bir parçasıyız. Yaşamımızı zaman dilimleri halinde parçalara ayırıyor, enerjimizi yönlendiriyor, hayallerimizi un ufak ediyor. Bizler, onun mekanizmaları içinde yer alan uysal, dakik, disipline olmuş küçük dişlileriz sadece. Ve makine uçuruma doğru sürükleniyor. Peki biz hangi çarkın içindeyiz?"
4 Nisan 2014 Cuma
Du Bakalım
Küçüklükte neredeyse hepimize sorulmuş olan "en çok anneni mi seviyorsun yoksa babanı mı?" sorusuyla başladı belki de her şey. O günden beri sürekli bir tercih yapma zorunluluğumuz ve buna bağlı olarak kafamızda belirlediğimiz önceliklerimiz var. Çoğu zaman da bu öncelikleri zaaflarımıza göre çevremiz şekillendiriyor. Mesela bir adam, eşi ile annesi arasında tercih yapmak zorunda kalmamalı ya da onları sadece kendi görebileceği şekilde numaralandırmamalı ama "seninle sonra görüşücez" bakışı ya da seksten mahrum kalma korkusu böyle etkili bir şey işte.
Happy isimli çok tatlı bir şarkı dinleyerek gayet mutsuz bir şekilde mesaiye kalmak zorunda kaldığım bu Cuma gününde kalan aklımın elverdiğince önceliklerim arasında acaba yer değişikliği yapabilir miyim diye listemi gözden geçirmeye karar verdim. Önceliğim iş olsa daha mutlu bir insan olmazdım, bunu çok net görebiliyorum. Ama bu şekilde de mutlu değilim. Yaklaşık 10 dakika düşündükten sonra elimde nereme sokacağımı bilemediğim bir kariyer önceliğim kaldı.
Hani yetenekli ya da zeki bebekler için "du bakalım büyüyünce bi şey olucak bu çocuk kesin" gibilerinden saçma sapan laflar geveler ya büyükler. Sonra o bebek büyüyüp bir baltaya sap olamaz. Hah işte geleceğimin de bende böyle bir hayal kırıklığı yaratmasından korkuyorum. Burada hayal kırıklığı olarak nitelendirdiğiniz şeyin ne olduğu da önemli tabii. Mesela hayal kırıklığı, şu an benim bu güzel cuma gününde neşeli şarkılarla keyfimi yerine getirmeye çalıştığım şu havasız ve rahatsız ortamda bulunmak zorunda olmamdır.
Omuz, sırt ağrılarıyla ve adıma düzenlenmiş taksi fişleriyle eve döndüğüm her cuma gününün, gelecekte bana "bi şey" olarak geri döneceğini umuyorum. Du bakalım.
Happy isimli çok tatlı bir şarkı dinleyerek gayet mutsuz bir şekilde mesaiye kalmak zorunda kaldığım bu Cuma gününde kalan aklımın elverdiğince önceliklerim arasında acaba yer değişikliği yapabilir miyim diye listemi gözden geçirmeye karar verdim. Önceliğim iş olsa daha mutlu bir insan olmazdım, bunu çok net görebiliyorum. Ama bu şekilde de mutlu değilim. Yaklaşık 10 dakika düşündükten sonra elimde nereme sokacağımı bilemediğim bir kariyer önceliğim kaldı.
Hani yetenekli ya da zeki bebekler için "du bakalım büyüyünce bi şey olucak bu çocuk kesin" gibilerinden saçma sapan laflar geveler ya büyükler. Sonra o bebek büyüyüp bir baltaya sap olamaz. Hah işte geleceğimin de bende böyle bir hayal kırıklığı yaratmasından korkuyorum. Burada hayal kırıklığı olarak nitelendirdiğiniz şeyin ne olduğu da önemli tabii. Mesela hayal kırıklığı, şu an benim bu güzel cuma gününde neşeli şarkılarla keyfimi yerine getirmeye çalıştığım şu havasız ve rahatsız ortamda bulunmak zorunda olmamdır.
Omuz, sırt ağrılarıyla ve adıma düzenlenmiş taksi fişleriyle eve döndüğüm her cuma gününün, gelecekte bana "bi şey" olarak geri döneceğini umuyorum. Du bakalım.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)